top of page

Pale Kurdistan

Yeni, yepyeni bir sürece girdik. Bu sürecin doğru ve izlenebilir sağlıklı bir tartışmasının yapılması için Mart 2013 yılında yine bu sayfada yazdığım bir yazıyı aynen olduğu gibi yayınlayarak başlamak istiyorum. Bu yazıyı takip eden iki yazım daha olacak. Ve ondan sonra artık nadiren mekale türü yazılar yazmış olacağım..... 

15 Şubat 1999’da Kuzey Kürdistan’da ideolojik-politik ve askeri olarak mutlak bir teslimiyeti süreci başlatıldı. Bu sürece ısrarla karşı çıktık, deşifre ettik. 

10 Haziran 2014’te DAİŞ’in Musul’u işgal etmesiyle birlikte devreye giren dış dinamikler, 15 Şubat teslimiyet sürecine büyük ve ölümcül bir darbe indirdi.

Kürdistan’da teslimiyet süreci artık bitmiştir. Dolayısıyla süreç itibarıyla üstlendiğimiz rol de.

Musul işgali ve daha sonra Şengal ve Kobani ile devam eden DAİŞ saldırıları Uluslararası Sömürge Kürdistan’ın statüsünü parçalamıştır. Artık hiçbir güç bağımsız Kürdistan’ın önüne geçemeyecektir. Bu işin tamamlanması sadece bir zaman sorunudur. 

Kısacası yeni süreç “Bağımsız Kürdistan’ın inşa süreci”dir. Yeni süreçte görevimiz “Bağımsız Kürdistan’ın inşasına katkı sunma” olacaktır. 

Yeni süreci üç bölüm altında tartışacağız. Birinci bölümde, geçmişte durum neydi, neyi nasıl tartışıyorduk, biçimindeki soruların cevabımı hatırlatmak ve bundan sonraki konularda tartışacağımız hususları basite indirgemek için 25 Mart 2013 tarihinde yine bu sayfalarda yayınladığım bir yazı başlamak istiyorum.  

..../.....

II. İmralı Süreci ve Yanılgılar

“Yeni Süreç” tartışmaları, Öcalan’ın gönderdiği mesajla birlikte zirveye ulaştı. Ancak tartışılan konu ne, bilen yok! Siyasetçiler, aydınlar neyi tartışıyor? Medyamız, “çıldırtan yağmurlardan” içmiş ahali gibi bağırışlar içinde. Daha önceki yazımızda, PKK ve BDP’nin Öcalan’dan gelen mesajları “öneri” biçiminde algılaması gerektiğini, aksi halde taraf olma iradesinde sakatlık yaşanacağını söylemiştik. Ne yazık ki böyle bir duruş gösterilemedi. Öcalan’ın önerileri ilahi bir vahiy gibi karşılandı ve daha başlangıçta meşruiyet ve hukuk sakatlanmış oldu.

Tartışılan konu ile sorun arasında bağ kurma aczine düşen Kürd siyaset ve aydınının yaşadığı akıl tutulması ile meşruiyet sakatlığı arasında yakın bir ilişki vardır.

Her ne olmuşsa olmuştur.Bunları söylerken “tartışalım, başa dönelim” demiyorum. Sadece işlem sakatlığının mantık sakatlığı yarattığına ilişkin vurgu yapmak istiyorum. Geriye dönülmez bir rotaya girilmiştir. Dönüş “çöküş”tür.

İkinci temel yanlışlık, Kürd politikacılarının siyasetin rolüne abartılı yaklaşımlarıdır. Toplumların yaşamında siyaset her zaman etkin bir araç olmuştur. Buna rağmen alt ve üst kurumların birbirleri olan ilişkisi gereği belirleyici olan siyaset değil, ekonomidir. Kaldı ki küresel süreçte siyasetin rolü daha da azalmıştır.

Milyonlar siyasetçilerin söyledikleri ülke, vatan, din, iman gibi gizemli sözleri değil, yaşam standartlarının bir derece daha yükseltilmesini esas alıyor. Maddi bir dünyada yaşıyoruz ve toplumlar, yaşamlarını maddi temeller üzerinde kurar.

Kesintilere uğrasa da Kürdistan’da süregelen 200 yıllık savaşta kitleler trajik boyutlarda kıyım, talan ve yıkımı yaşamıştır. On yıllarca süren savaş sonunda kitlelerin yaşadığı bu yıkım ve sefaletten savaşı sorumlu tutmalarından daha doğal bir durum olamaz. İçinde bir sürü hile ve dalavere barındırsa da politikacıların dillendirdiği “barış ve kardeşlik” söyleminin kitleler nezdinden bu kadar değer bulmasının nedeni de budur.

1993’ten 1998’e kadar dört parça Kürdistan’ı adım adım dolaştım. 1995’te Güney Kürdistan’da iken karşılaştığım manzara sonrasında “Kürdistan’daki savaş politik değil, ekonomiktir” biçiminde bir kanı edindim. Doğu ve Kuzey Kürdistan’ı da gördükten sonra bu düşüncemi “Kürdistan’da Ekonomik Savaş” başlığı altında 70 sayfayı aşkın bir inceleme yazısı ile daha somut hale getirdim. Bunu zaman zaman kurdistan-post sayfalarında da ifade ettim.

30 yıllık savaştan sonra Kürd ve Türk taraflarının da böyle bir kanıya ulaştıkları görülüyor. Diğer bir ifadeyle sürekli havada tutulan siyaset maddi bir temele oturtuluyor. Bundan bir süre önce Erdoğan “Allah belalarını versin. Bu terör belası bize 350 milyar dolara mal oldu.” Derken Murat Karayılan da “Batılı devletler ile ABD ekonomik çıkarları için bizi terörist ilan etti. Bu ahlaksızlıktır. Biz neredeyse bütün dünyaya karşı savaştık/ savaşıyoruz. Eğer dış destek almasaydı biz Türkiye’yi şimdiye kadar on kere yenmiş olurduk.” diyordu. Bu açıklamayı takiben Erdoğan “Artık savaş baronlarına para akıtmayacağız. Kaynaklarımızı refahımız için kullanacağız” diyordu.

Bunun anlamı şu: Taraflar, Kürdistan’da yürütülen savaşın ekonomik savaş olduğunun bilincine varmış, sihir bozulmuştur. Bozulan sihir gereği, çatışan güçler ile bu güçlerin taraftarları arasındaki ilişki yeniden düzenlenecektir. İlişkilerin yeniden düzenlenişi yeni güç dinamiklerinin oluşmasını da beraberinde getirecektir.

Herkes hesabını bu yeni güç odakları ve ilişkisi üzerinde kuruyor.

Örneğin, Kürtler açısından somut hiçbir öneri içermeyen Öcalan’ın Kürdistan’ı Misakı Milli sınırlarına dahil eden açıklaması, Türkiye’nin iştahını kabartmıştır. Türk basınında Halep, Kerkük ve Musul’u içeren “Misaki Milli” haritaları çiziliyor. Davutoğlu’nun Diyarbakır’daki açıklamaları ile Türk televizyonlarına çıkan derin adamların derin düşünceleri Türk tarafına Osmanlı rüyasını gördürtüyor.

Üçüncü yanılgı ise Kürdistan’ın kaderinde belirleyici olan gücün tespitindedir. Kürdistan’ın kaderini iç dinamikler değil, dış güçler belirliyor. Bütün tarihi evrelerde bu durum böyledir. Son iki yüz yılda ise bu durum daha da belirgin hal almıştır.

Dünyadaki fosil enerji stokunun %30’u Kürdistan coğrafyasındadır. 2020’den sonra ise bu oranın %53’e çıkacağı ve bu durumun yaklaşık 70 yıl kadar süreceği tahmin ediliyor. Enerji üretim alanlarının, nakil hatlarının güvenliği Kürdlerle yeni bir ilişkiyi zorunlu kılıyor.

Bu çerçeveden olaya bakıldığında, çatışma dışı bir durumun Kürdlerin lehine olacağı söylenebilir. Güney Kürdistan, AB, ABD gibi güçlerin süreci desteklediklerine ilişkin açıklamalarını bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Diğer bir ifadeyle ekonomik çıkarlar gereği haklı ve meşru mücadeleleri “terörist” olarak damgalanan Kürdler, yine ekonomik çıkarlar gereği “masum ve mağdur İnsanlar” olarak tanımlanabilirler. Bunun şimdiden işaretlerini görmek mümkün.

Kürdistan’ın kaderi üzerinde belirleyici olan güçlerin bu tavır değişikliğini gerektiren siyasi nedenler de vardır. Bu nedenlerin başında Suriye’nin durumu ve İran’a müdahale hazırlıklarıdır. ABD ve AB tarafından terörist olarak ilan edilen örgütlerle Türk devletinin kurduğu yakın ilişki küresel aktörleri ciddi boyutlarda kaygılandırmaktadır. Dolayısıyla İmralı’dan gelen mesajın arkasında küresel aktörlerin olması yüksek bir ihtimaldir.

Bütün bu anlatımlardan çıkarılması gereken sonuç şu: Başlatılan çatışmasızlık süreci, küresel konjünktörle uyumludur. Bununla beraber ciddi tehlikeler ve riskler de içermektedir:

a -Sömürgeci Türk devletine karşı sürdürdüğü amansız savaştan sonra 1999 tarihinde Güney Kürdistan’a çekilen gerilla güçlerinin KDP ve YNK’ye karşı savaşmaları için İmralı’dan gelen talimatlarla yoğun bir baskı kurulmuş, 7 Kongre yapısının ret kararına rağmen bu çatışma yaşanmış, onlarca gerilla ve Pêşmerge yaşamını yitirmiştir.

O süreçte orada oynanan oyun büyüktü. Ulusal ve uluslararası platformlarda PKK Güney’de istikrarsızlık yaratan bir güç olarak tanımlanacak ve tıpkı diğer örgütler gibi yok edilmesi meşru görülecekti. Kandil’deki PKK yönetimi bu çatışmalı duruma itiraz ederek son vermiştir. (Avukatlar vasıtasıyla PKK Başkanlık Konseyinden Duran Kalkan İmzasıyla gönderilen not)

Bu gün itibarıyla da böyle bir tehlike vardır ve büyümektedir. PKK’ye yakın basın ve yayının “Muhalif” olarak adlandırdıkları çevrelere ilişkin söylemlerine bakmakta yarar var. Bu kişilerin söylemleri ile 1999-2000’ yıllarında Güney Kürdistan’a ilişkin olarak İmralı’dan gelen görüşme notlarındaki mantık birebir örtüşüyor!

 

“Türklerle barış, Kürdlerle savaş”

Daha önce ki bir yazımda söylemiştim.B u saldırgan dili kullanan kalemler ve kelleler domuzdan kıl koparmayı meslek edinen, bunu büyük bir marifet sanan ve PKK’yi kötürüm hale getiren yeteneksizlerdir. Kandil yönetiminin bu gerçeği gördüğünü çok iyi biliyorum.

b -Diğer tehlikeli bur durum da Türk basınında sıkça tartışılan PKK’nin bölge halklarına karşı “tetikçi” konuma getirilmesidir. Sözü edilen İran ve Suriye’ye karşı ittifaklar böyle bir niyetin ifadesidir. İster İran ve Suriye’ye uluslararası bir müdahale olsun ister olmasın hem politik hem de ahlaki olarak “tetikçi” olma durumundan ısrarla kaçınılmalıdır. PKK’nin Batı Kürdistan’da izlediği siyasetin bir benzeri diğer parçalar da yürütülmelidir.

c -BDP süreci, maddi olay ve olgular çerçevesinde değil, söylemlere dayalı yüzeysel bir tahlili esas almış görünüyor. Selahattin Demirtaş’ın imc tv’deki söyleşisini izledim. Ortadoğu Konfederalizminden, misakı milli’den, ideolojik ve stratejik yeni dönemden söz ediyordu. Bu söylemlerin sosyal ve siyasal dayanakları yoktur. Sosyal ve siyasal dayanakları bulunmayan kurguların geçerlilik süresi, avuntu süresi kadardır.

Zaten Karayılan da “Demirtaş, sürecin neyi içerdiğini yeterince kavrayamamıştır” diyerek daha gerçekçi olması için BDP’yi uyarmıştır.

d -Öcalan’ı yakından tanıyan biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Öcalan’ın mantık yapısı analitik değil, eklektiktir. Bu biçimde şekillenen beyinler, taktik geliştirmede yaratıcı ancak stratejide yıkıcı olurlar. Öcalan’ın da durumu budur. Mantık düzeneği kuramsal değil, reel ve pratiktir. Düşünüş ve davranış biçimi stratejik değil, taktikseldir. Bundan daha az veya daha fazla anlam yüklemek yanılgı olur. Newroz’da okunan mesaj da bu mantığın en son ve açık görüntüsüdür.

e -Sıkça yaşanan ve şakşakçılar eli ile büyütülen bir yanılgıya daha parmak basmak gerekiyor. Öcalan’ın mesajında Kürdlerin hakkını ifade eden somut tek bir cümle yoktur. Somut konu yokluğu nedeniyle “Öcalan muhatap alınmış, onunla görüşülüyor” düşüncesi de yanılgı olmaktadır. Devlet, Öcalan ile muhatap sıfatıyla görüşmemiştir/ görüşmüyor. İstihbarat, örgütün tutuklu lideri ile görüşmüştür/ görüşüyor. İstihbaratın, hükümetin ve devletin isteklerini kabul etmesi için ikna edilmeye çalışılıyor, ikna edilmiştir. Hepsi bu.

Başta da söyledik, tekrarlıyoruz. Çatışmasızlık süreci bütün hile ve dalaverelere rağmen içte ve dışta Kürdlerin lehine işleyecektir. Dolayısıyla Öcalan söyledi veya Öcalan söylemedi türünden yaklaşımlarla tutum belirlenmemelidir. Kaldı ki ben bu sürecin Leyla Zana- Tayyip Erdoğan görüşmesi sonrasında başladığını ve sürece Leyla Zana’nın analık ettiğini düşünüyorum. Yine bundan üç yıl öncesinde bir röportajda söylemiştim. “PKK, devletin nasıl bir tutum alacağına bakmaksızın mücadele yöntemini (silahlı-silahsız) belirlemelidir.” Aynı şeyi bu gün de tekrarlıyorum. Kandil Yönetiminin, Kürd siyasetinin, Kürd aydınlarının tartışması gereken Öcalan’ın mesajı değil, bu durumdur.

Başlatılan süreç bu aşamaya gelmişken BDP ve PKK’nin AKP hükümetinden somut istemleri olabilmelidir. Örneğin, Kürdçenin eğitim dili olarak kabul edilmesi, Kürdçe yer isimlerinin iadesi, valilerin halk tarafından seçilmesi, seçim barajının düşürülmesi, Suriye Kürdistan’ına müdahale edilmemesi gibi.

Sonuç olarak konjönktürel durum ideolojik gözlüklerle değil, nesnel verilere dayanılarak gözlemlenmelidir. Bakışımdaki sağlamlık veya sakatlık Kürdlere çok şey kazandırabileceği gibi onları büyük risklerin altına da sokabilir. Bu nedenle gelinen aşama itibarıyla her halükarda somut bir tutum olarak çatışmasızlık durumu tercih edilmelidir.

bottom of page